Az Gelişmiş Öksürük

Hayattaki dokuzuncu yılına girmişti henüz yazar. Okul öncesi süreçte verdiği akıl dolu cevaplarla çok şey beklenilmeye başlanılmıştı ondan. Hele de erken sökünce okumayı, aile büyükleri iyice ümitlenmişlerdi. Nitekim yazar da bunun farkındaydı. Babasının övgüyle bahsettiği tüm rakipleri gözüne kestiriyor, okulu yeterli gelmediğini düşündüğünde -tıpkı bir gelişmekte olan ülke gibi- ansiklopedileri açıp A harfinden başlıyordu. Lakin biri vardı. Babası ondan ne zaman söz etse, nane kadar keskin ve onla aynı renge sahip gözleri dolu dolu oluyordu. Galatasaray Lisesi mezunu, tıp fakültesini bitirdikten sonra Fransa’da daha yeni doktorluğa başlamış Can Abi. Fransa’da olmasından dolayı henüz yazar tarafından kanlı canlı görülmese de babasının fotografçı dükkanında resimlerini gizlice albümlerden alıp yastık altı etmişti. Kolay değil, haftaya yapılacak misafirliğin sebebi Can Abi’nin kısa tatili için İstanbul’u tercih etmesiydi. Her gelişmekte olan ülke gibi yazar zaten azimliydi. Annesi konumlandıramıyordu onu. Bu çocuk dersini yapıyor, evde ona yardım ediyor, sokağına çıkıp topunu oynuyor hiçbir şeyi eksik bırakmıyordu. Sokağa çıktığında bağıra çağıra ettiği küfürleri ve yırttığı şortları gördüğünde yaramaz ve ahlaksız; kafasını derslere gömdüğünde ve sofrayı kurarken ondan uslu ve akıllısı yoktu. Her şeyi yapmasından dolayı değildi “her şeyim benim” demesi. Nitekim çok değil 20 yıl sonra hiçbir şey olmadığını yazar kendi fark ettiğinde, anne hala aynı yerdeydi. Velhasıl o hafta yazar ne sokağa çıktı ne de abisiyle boğuştu. Derslerini yapıyor, yemek yiyor ve ansiklopedi okuyordu. Tuvalet, televizyon karşısı hiç fark etmezdi. Hakanlar çarpışacaktı ve yazar etrafında gördüğü her silahlı askere haber veriyor, küçük kafasındaki her boşluğu doldurmaya çabalıyordu. O gün gelip çattığında, doğru dürüst yemek yememesi yazarın annesini ürküttü. Hemen dudağını yazarın alnına koyan anne herhangi bir anormallik hissetmedi. Nasıl olsa Can’ın annesi Perihan Yenge elde açma böreklerinden yapmıştı. Orada yerdi.

Üst katlardaydı ev. Ne kadar yukarıda olursa, o denli görkemli olacaktı nasılsa zafer. Dört kişilik çekirdek aile konvoyunun en arka sırasında geliyordu yazar. Annenin fark ettiği ikinci normal olmayan durum da buydu. Merdiven görür görmez içinde yarışma isteği yanıp tutuşan bu çocuk nereye gitmişti. Oysa yazar harp alanını rahat bir şekilde görüp platonun tüm engebesini ezberliyordu. İlk gördüğüyse kapının açılır açılmaz, rakibinin babasının boynuna atılışıydı. Hiçbir ejderhanın alevi yüreğindekiyle ölçülemezdi. Kalesi olarak gördüğü babası zapt ediliyordu. Oysa Perihan Yengesi de hemen yazarı kucağına almış, öpmeyi istemiş ama yazar boynunu seri hareketlerle çevirince Perihan Yengenin “Aman! ne huysuz olmuş bu çocuk.” eleştirisi geliyordu. Unutmadan geçmeyelim, eleştiri kabul etmeyen her gelişmekte olan ülke gibi gece boyu yazar, Perihan Yengesine güzel böreklerine rağmen sırt çevirmişti. Perihan Yengeden sonra ona en yoğun ilgiyi gösteren ise koca gövdesiyle Can Abi’ydi. Galibiyet için bu denli arzu duyarken, rakibinin sevecenliği hoşnut etmemişti onu. Hemen kılıcını çıkardı:

-Doktor musun?

-Evet, Özgür . Sen ne olmak istiyorsun? Duyduğuma göre derslerin çok iyiymiş.

Sert bir edayla, tek kelimelik cevaplar:

-Veteriner, evet, teşekkür ederim.

Tüm çocuklarla arası iyi olan Can Abi, bu çocuğun soğuk duruşu karşısında şaşırmıştı. Oysa bebekken ne tatlıydı. O bunları düşünürken yazarın sabrı tükenmişti.

-Ben sana bir soru soracağım. Sen de bana. Bilemeyen kaybeder kabül mü?

-Peki, sor bakalım.

-Dünya çekirdeği ile yeryüzü arasında yer alan katmanın adı?

-Vay canına! Çok zor bu. Sanırım, bilemeyeceğim. Şimdi ben soruyorum. Bulutlar çarpışınca ne olur?

-Çok basit bu. Hava soğuksa kar, ılıksa yağmur. Ayrıca bulutların nem yüklü olması gerekir. Aksi takdirde bir şey olmaz.

-Tebrikler, Özgür. Anlattıkları kadar akıllıymışsın gerçekten.

Gelişmiş ülkelerin “Ar-ge” dedikleri şeyi, ben çok geç de olsa kelimenin etimolojik olarak araştırma ve geliştirmeden kaynaklı basit bir kısaltma olduğunu fark ettim. Lakin benzetme sanatıysa makbul olan, buna da analoji derler bilirim, Can Abi yaptığı ar-ge harcama payının en büyük gider kalemi olduğu gelişmiş ülkeyse ve ben malumunuz bensem, bu zafer milli takımlar arasında gerçekleşmiş bir futbol müsabakası olabilirdi. Gelişmiş ülke futbolu karşısında doksan dakika baskı altında oynamış ve ani bir atakla golü atmıştım. Sonuç ise damarlarımı işgal etmiş futbol magandaları, kornalar, bayraklar, “kaza” kurşunları…

Yedi sene çocuk için gerçekten iri gözükebilir. Fakat bir gelişmekte olan için hiçbir şey ifade etmez. İstanbul’un adı duyulmuş liselerinden birinde takdirlerle geçmekte olan bir zaman dilimimdeyim. İçinden geçemediğimiz kapılarıyla beynimize kazınmış üniversiteler, babam yaşlanıyor, ümitler iyiden iyiye büyük, ailem kendini geçmiş, vatan kurtarmamı bekler olmuşlar, her sınavım 19 Mayıs her karnem 1923 ve günlerden veli toplantısı günü. Herhalde, hayatım boyunca en mutlu olduğum günlerdir, veli toplantıları. Sabahtan annemi okula gönderip evde heyecanlı onun övgülerini tahmin etmek, onun gözü yaşlı şekilde beni öpmesi – hala severim onları, annem olmasına da gerek yok, tuz kattığından mıdır nedir?- babamın kartalım benim deyişini- nitekim Beşiktaşlıyız; aslan yasak bize- hocalarımın benim için söyledikleri falan. Fakat havada derin bir kasvet. Babamın göğsü sanki tüm dünya, yağmura muhtaç şekilde “Emine! Ben iyi değilim!” Ardından yüzü şekilden şekle kayan -bilinç kaybı dediler, meğer ne denli içli dışlıymışlar yüzle şaşkınım-babamın suratına inen acımasız annem tokatları. Peşi sıra gelen ambulans sesi. Sedyesi yok sireni var ambulansa ceset torbasıyla taşınan babam. Evde kalan ben. Böyle yaşanmasa da aynı kasvet aynı kriz on beş günde üç defa vuruyor babamı. İnternet var artık, kalp krizi yazınca her türlü bilgi gözünde. Altın çocuksun, artık bir şeyler yapmanın vakti geldi. Lakin trigonometri bile bu kadar zorlamamıştı beynini. İş çığırından çıkıyor. Açık kalp ameliyatı videoları izliyorsun, doktorlardan habersiz gidip göğsünü açasım var adamın. Sanki orayı açınca yatak havalandırma gibi ferahlayacak diye düşünüyorum. Her şey çok büyük, mahalleye gelen benden dört yaş büyük Gökhan Abi ile maç yaparken bile bu kadar zorlanmadım. Annem hastaneden her gelişinde odama kapanıyorum.

Sanki veli toplantısına gitmiş de herkes benden yaka silkmiş, annem babanı bu hafta da düzeltememişsin dese, “affet” diyeceğim. Ameliyatın bir gün öncesi, bu arada babam her küçük burjuva gibi borca girmiş, aklı dükkanda. Zira küçük burjuva olmakla kalmayıp bir de gelişmekte olan ülkenin küçük burjuvazisi olmuşsun. Haliyle gelişmesi gerekenler olarak görülmüyorsun. Babam karanlık, kapı açıldı. Gözlüklü, tombul, uzun bir adam. Babam, Can dediği anda can geliyor gözüne. Yataktan kalkıp onu buyur edecek sanki. Anam avradım olsun! -Bu da ilginç neden onlara önce oluyorsa, Sus! Onlara olacak tabi gelişmekte olansın sen- Ben Gandalf’ın gelişini filminden önce gördüm. Babamın kaburgaları kendilerinden kırılıp, damarlar şaha kalktı kalkacak. Meğer odaya gelmeden doktorlarla görüşmüş, malum kendisi Fransa’da yaptıklarıyla Türk Gazetelerine haber olmuş bir onkolog artık.

– Erol Abi rahat ol, doktorların gerçekten işinin ehli.

Babamın nutku tutulmuş gözleri yaşlı. Peşi sıra bana dönüyor. Rakibim tüm ordusuyla karşımda, bense asker kaçaklarını yakalamakla ve İstiklal mahkemelerini kurmakla meşgulüm. Sonradan öğreniyorum, benim yaşımda babasını kanserden kaybetmiş. Herhalde bu sebeple babama değil de bana gelmiş gibi hissediyorum:

– Sakın korkma! İyi olacak baban.

Gecelerdir uykusuz, suskun, ameliyat videoları, kolesterol verileri derken ağlamayı unutmuşum. Nasıl koca bir gövde! Sanki yumuşak bir ağaç gövdesi. Sımsıkı sarılıyorum, başlıyorum ağlamaya. Annem şaşkın, bizim gelişmekte olan yıkıldı yıkılacak, Can Abi sanki yıllar öncesinden ağlamamı biliyormuş gibi sakin. Saçımı okşuyor. Kelime aklıma gelmiyor. Neden bu adama sarılıyorum diye düşünmeye fırsat bulmadan bir hıçkırık krizi daha.

Her şey onun dediği gibi oluyor. Babam sapasağlam dışarıda. Normal bir küçük burjuva gibi borçlarını ödüyor. Ben büyüyorum ama artık eskisi gibi değilim. Çünkü ne kadar küçük olduğumun bilincindeyim. Üniversite sonrası ise öyle hiç parlak değil. Samsun falan hak getire, Havza’ya razıyım. Gelişmekte olan denilerek gelişmiş olacağım öngörülmüş, zamanla bu öngörünün kaderim olduğu inancına kapılmışım. Çok sonraları ise “gelişmekte olan” ın bir süreci nitelemediğini aslında bir şeyi karakterize ettiğini anladım.

Ne acı ki! Can Abimin de gelişmiş olmadığı sonradan çıktı ortaya. Babamın kalbinden sonra Can Abi annesini kaybetti kanserden. Onkolog adam için daha etkili olduğu açık. Nitekim bölümü, aslında babasının ölümü. O da birilerini kurtarmak için dünyaya gelmiş gelişmekte olanlardan. Annesinin ölümünden üç sene sonra gene uğradı, Can Abim sonunda evlenmişti. Babamın burjuvalığı kadar bir balkonumuz var. En gelişmişinden bir rakı sofrası manzarasında Can Abimin çocukluğu, babamın anıları, ölülerin ruhları derken bir öksürük duyuluyor Can Abimden. Aslında kulağım seçmez benim, son derece normal derim. Lakin onca komşusunun, akrabasının helvasını kavurmuş annem bir tuhaflık hissediyor:

-Can, oğlum! Fransa’ya gittiğinde bir baktır şu öksürüğe.” Küçük gözleri, gülünce yok olurdu. İşte aynı gülümsemelerden biri: “Tamam, Emine Abla.” Onkolog adama denilmesi tuhaf olduğundan, o gülümsemeyi “Can Abi kusursuz değil ya, onunda vardır bir meslek kibri” demiştim. Hatta Babam “Yaz bir reçete hanım o zaman!” diyerek eğlemişti bizi. Meğer biliyormuş kanserini adam. Üç ay geçti geçmedi tabutu omzumda. Gülümseyişi bir örtüymüş sadece. İşte o gün Can Abi cevabı magma olan soruyu bilemediğinde ve yarışmayı kaybettiğinde bana nasıl tebessüm ettiyse, hükmetmeye, değiştirmeye,kendisiyle üstünlük mücadelesine girene, Can Abim gibi gülümser tarih ve ben gibidir adem oğlu, onca zaman, birikim ve genetik karşısında.

Özgür AKYOL