Çocuksuz Mersedes

Çocukları olmamıştı. Birbirini severek evlenen çiftlerin hayatı daha da anlamlı kılacak çocuk beklentisi onlarda da yıllarca sürmüş; fakat başa gelebilecek en ağır imtihanlardan biriyle karşı karşıya kalmışlardı. Öğretmen okulunda tanışmışlar, on iki eylül sonrası biraz korkmuş, biraz sinmiş üniversite ortamında pek samimi olamamışlardı. İkisi de şark hizmetini Silvan’da yaparken yalnızlığın zorunlu yakınlaşmasının, birbirine destek olmanın gerekliliğiyle diyalogu ilerletmiş ve kısa zamanda aradıkları aşkı birbirlerinde bulmuşlardı. Biri Konyalı diğeri İstanbullu idi. Silvan günleri bitince beyefendi soluğu kendisinden bir yıl önce giden müstakbel hayat arkadaşının yolunda almıştı.

İstanbul’a gelince aralarındaki aşkın artık bir hayat bölüşümü gerektirdiğine kanaat getirerek hayatlarını birleştirmeye karar verdiler. Güzel ve seviyeli bir salon düğünü İstanbul’da, kaşıkların çatır çatır kırıldığı bir köy düğünü Konya’nın su görmez bir bozkır köyünde yapıldı. Unutmadan, ikisi de aynı enstiüden ama biri matematik diğeri fenci. İstanbul’un henüz bu kadar karmaşıklaşmadığı yıllarda, yeni ve varoş bir semt görünümündeki Gaziosmanpaşa’da bir evde ikamet ettiler. Beyefendinin okulu birkaç kez değişti bu süre zarfında. Hatta bir keresinde polemiğe girdiği kodaman bir okul müdürü İl Milli Eğitim’de gereken lobiyi yapıp onu Kandilli’ye dahi göndermişti. Allah’tan hanımefendinin okulu yıllarca sabit kaldı da, bir de ev taşıma derdine düşmediler. Fakat beyefendi iki yıl kadar her sabah dört vesayet değiştirerek okuluna gidip gelmek zorunda kaldı.

Askerlik bitince bu hayata bırakılacak yegane mirasın çocuk olduğuna kanaat getirerek çocuk sahibi olmak istediler. Bir yıl beklediler. Çevre, eş dost, aile büyükleri acele etmemelerini söylüyordu. Zaten yaşları da henüz gençti, kaygıya gerek yoktu. Herkes öyle diyordu. Onlar da sabrediyordu. İkinci yıl da böyle geçmeye devam ederken artık tıbbi desteğin gerek olduğuna kanaat getirdiler. Çapa’da iyi bir doktor vardı. Okuldan Ayşen Hanım öyle diyordu. Onlar da yıllarca beklemiş, sonra bu doktorun tedavileriyle çocuk sahibi olmuşlardı. Hem de ikiz. Hemen izin alınıp doktorun yanına varıldı. Bütün gün beklenen sıra sonunda girildi. Doktor pozitif bir insandı. Çocuk sahibi olamayan çiftlerin en büyük sorunu olan kaygıyla derin bir mücadelede olduğu odadakilere belli etmese de yardımcı hemşiresi tarafından gayet iyi biliniyordu. Onlar bilmem kaçıncı çiftti. Hemşire de kendisine biçilen rolün farkında, çıkarken genç çifte büyük moral veren cümleyi kurdu: “Hiç merak etmeyin! Doktor Bey işinin en iyisidir. Kimler geldi de çocuk sahibi oldu.”

İki yıl kadar sürdü bu tedavi. Fakat doksanlı yılların başı ve memlekette tıbbın seviyesi tahmin edeceğiniz gibi o vakitler. İkisi birden tedaviye cevap veremiyordu. Doktor artık aileden biri olmuştu. Tabi doktor işinin en iyisi olduğu için meseleyi biraz da şahsileştirmişti. Samimiyetine istinaden önce yiyecek içeceklerine müdahale etti. Eve hazır gıda sokulmamaya başladı. O yılların efsanesi sana yağı ilk kesiği yiyenlerden oldu. Her cumartesi Fatih’teki Siirt Pazarı’na gidip bal, tereyağı, peynir gibi yiyecekler almaya başladılar. İş iyice yöresel beslenmeye, hatta bu konuda doktora da yardımcı olma boyutuna gelmişti. Doktorun evi de aynı onların evi gibi yöresel ürünlerle bezeniyordu. Ardından doktor sokakları çöp dolan, kömür yüzünden solunum yolları hastalıklarının yaygınlaşmaya başladığı İstanbul’dan uzaklaşmalarını salık verdi. Tabi çok fazla uzaklaşmakta tedaviyi zora sokacaktı. Doktor emeklilik hayali Silivri’yi tavsiye etti çifte. Tedaviden arta kalan parayla, biraz aile desteği ile Silivri’de iki katlı, lebiderya bir ev satın alındı. Temiz hafa, Trakya sakinliği, deniz, huzur… Hepsini bulmuşlardı. Hem hanımefendinin ailesi, hem de kendileri heveslenmişti, ev güzeldi.

İki yıl da böyle geçti. Silivri’yi sevmişlerdi. Kayınvalidenin romatizması, kayınpederin öksürükleri azalmıştı. Okul mevcudu az, sınıflar sakindi. Öğrenciler konu anlatımına güzel reaksiyonlarda bulunuyorlardı. Bu sırada ikisinin de ortak öğrencilerinden biri Fen Lisesi sınavlarında derece dahi yapmıştı. Hep sınıf mevcudundan, kalabalık sınıfta öğretmen öğrenci etkileşiminin zorluğundan bahsederken bu sevimli ilçe ikisini de haklı çıkarır olmuştu. Tek eksikleri çocuk kalmıştı. Doktor sayelerinde bilimsel yayınları tarıyor, başarılarına yeni başarılar ekliyor, fakat bu çifte karşı yöntem geliştiremiyordu.

Yaşlar artık kırkı geçince yavaş yavaş çaresizliğin doğurduğu kabullenişi benimsemeye başladılar. Çocuksuz bir hayata çoktan alışmış, bu durumun da kendilerine has bir imtihan olduğuna iman etmişlerdi. Doktor ise hâlâ bir umut olduğunu düşünüyordu. Nitekim ilerleyen zamanlarda doktor ihtisasını kuvvetlendirmek için yurtdışına eğitime gitti. Dönüşte onlara müjde vermenin birincil amacı olduğunu anlatıp duruyordu. Berikiler ise hayırlısı kelimesinin vahasına yerleşmişlerdi. Yani olursa nasip, olmaz ise nasip. Dünya işi böyledir; bazen kabul etmekten başka çare kalmaz. İyiyi de kötüyü de…

Doktorun eğitimi sırasında gündem boşluğunu öğrencilerine daha fazla zaman ayırarak geçirdiler. İki öğretmen okulun başarısına doğrudan etki eder olmuştu. Yıllarca aradıkları çocuk özlemini öğrencilerinde gideriyorlardı. İkisi de birbirine ne çocuktan, ne de çocuk olsaydı neler yapılacağı konusunda hayaller kurmaktan vazgeçmişlerdi. İkisi de konu açılırsa birbirlerini üzeceklerini düşünüp, okulda, evde, plajda her daim öğrencilerinden konuşuyorlar; ahbaplarına başarılı öğrencilerini anlatıyorlardı.

Doktor birkaç yıl sonra dönünce artık çiftler çocuk konusunu iyiden iyiye unutmuşlardı. Daha doğrusu hayal tarlasında ırak bir yere taşımış, kendilerini iyiden iyiye öğrencilere, bahçedeki birkaç ağaç ve yazın ektikleri meyvelere ayırmışlardı. Beyefendinin İstanbul’a taşınmış ve çoğunlukla hafta sonu ziyaretlerine gelen kardeşinin çocukları ve yine hanımefendinin ablasının bütün yazı dede evinde geçiren yeğenleri onlara yetiyordu. Öyle söylüyorlardı. Doktor ise pes etmek niyetinde değildi. Tüp bebek imkânları yaygınlaşmış, ülkede sağlık sektörü konuya yönelmiş; doktor da tüp bebek konusunda dünyada hatırı sayılır bir hocanın tedrisatından geçmişti. Zorlayarak birikmiş birkaç kuruşu bu işe seferber ettiler. Son kez bir umut düşmüştü. Ancak kararlıydılar, bu sefer de olmazsa konuyu kapatacaklardı. Doktor da şakayla karışık onları rahat bırakacağını söylemişti.

Yine olmadı. Birkaç gün ağladılar. Doktorun ikna kabiliyeti onları zaten kabullendikleri bir dünyadan yeniden hevesin girdabına sürüklemişti. Doktor da pişman olmuştu. Bir süre arayıp sormadı. Fakat daha önceden tecrübeli olduklarından bu girdap onları fazla sürüklemeden kendilerini kıyıya attılar ve doktoru aradılar bir gün: “Hafta sonu gelsene, mangal yaparız. Hiç arayıp sormuyorsun müşteri kaybettin diye.” Doktor tabi hemen iştirak etti. İlerleyen zamanlarda da ne zaman nefes almak istese adresi çiftin evi oldu. Yaşça küçük yeni bir doktorla evlendiğinde en büyük desteği çiftten gördü. Çocuğu olduğunda yine iki adet çeyrek altın çiftten geldi. Uluslararası ödül aldığı gecede yine yanında eşi ve çiftimiz vardı ve ödülü onlara ithaf edip, biraz hayat hikâyelerine değinip salona duygusal anlar yaşattı.

Gel zaman git zaman devir değişti. Silivri’de kalabalık oldu. Müstakil lebiderya evlerinin yanı yavaş yavaş apartmanlarla dolmaya başladı. Doktor profesör olup çocukları büyüdü, kayınvalide ile kayınpeder terki diyar ettiler, çiftimizin de emekli yaşları geldi. İkisi de günü doldurup fazla da beklemeden emekli oldular. Son nesil talebeleri, İlçe Milli Eğitim, yaşını başını almış öğrencileri otellerden büyük restorandı olan birinde veda gecesi düzenlediler. Beyefendinin kardeşi ve ailesi, hanımefendinin ailesi, doktor ve ailesi… Herkes katıldı. Göbekte atıldı, halay da çekildi, kaşıkta oynandı. Plaketler, ödüller, hatıra mahiyetinde hediyeler geldi. Belediye başkanı, kaymakam, bütün bürokrasi… Herkes işinin ehli bu iki insana sanki çocuk eksikliğini hissettirmemek için seferber olmuştu.

Emekli olunca hayatlarına büyük bir boşluk yerleşmişti o yıl. Yaz tatilinde anlamadılar önce. Bütün yaz denize girerek, yeğenlerle vakit geçirerek geçti. Fakat eylül ayı buruk bir şekilde hayatlarının merkezine oturdu. Hele sonbaharın yeşile dayattığı dönüşüm onlara yeni şeyler yapmak gerektiğini hatırlattı. Seyahate çıkma fikri geldi birinden. Evet, doktordan… Doktor çok meşguldü, eskisi gibi onlara zaman ayıramıyor ve bu meşguliyetten azami derecede şikâyet ediyordu. İçinde kalan bu hevesi de onları teşvik ederek gerçekleştirme gayesindeydi. Belki de kariyerindeki tek başarısızlığını bilinçaltı böyle telafi etmek istiyordu.

Akıllarına yattı. Fakat seyahat için pasaport gerekiyordu. Bir de artık iyice eskimiş arabalarının yolda bırakma ihtimali vardı. Eldeki emekli ikramiyesi, babadan kalan kaç kuruş ve kendi biriktirdikleri ile miras bırakacak kimse yok diye en iyisinden bir araba almak istediler. “Mersedes alalım.” Dedi beyefendi. Gençlik heveslerindendi. Bir keresinde Alman plakalı bir araç Gaziosmanpaşa’da ki evlerinin önüne park etmişti de manzarasında uzun uzun çay içmişlerdi. “Bizimde böyle arabamız olur mu acaba?” demişti hanımefendi. Berikinin aklından çıkmamış olsa gerek teklifi sunmuşlardı. Kısa bir fikir jimnastiği yapıp hayata geçirmeye karar verdiler. Bayiye gidip beyaz, güzel bir arabaya müşteri oldular. Bir yandan da pasaport işlemlerini hallediyorlardı.

Araba ve pasaportların hazır olduğu bir sonbahar günü eşyalarını hazırlayıp yola çıktılar. Depoyu doldurmak için benzinliğe yanaştıklarında pompacı hemen şoför kapısına yapıştı: “Efendim hoşgeldiniz.” “Oğlum tanımadın mı beni?” “Aa. Hocam hoş geldiniz. Kimin bu Merso?” “Bizim, yeni aldık. Çoluk çocuk yok biliyorsun. Biz de bari iyi bir araba alıp gezelim dedik.” “Vayy! Helal olsun hocam. Yakışır valla. Çok iyi yapmışsınız. Siz gelin çayınızı için ben yıkayayım kirlenmiş biraz.” “Yok, sağol evladım yola çıkalım biz.” “Vallahi olmaz. Hayatta bırakmam.” Çaylar içildi, araba kurudu, bitirim pompacı Mersedes’in ilk bahşişini pek tatmin olmadığı bir tarifeden kaptı.

Yola yeniden koyuldular. Kenarda kestane satan bir aile vardı. Ocağın üstündeki kestanenin dumanını görünce canları çekti ve yanaştılar. Tezgâh sahibi arabadan inerken karşıladı onları. Yine hoşgeldinizler, buyurun dükkân sizinler sıralandı. Birkaç kestane pişirtip yediler. Kiloyla satın almayı ise dönüşte burada olacaksa almaya bıraktılar. Borçlarının ne kadar olduğunu sordular. “Elli lira yeter efendim!” “Kaç?” beyefendiden büyük bir şaşkınlıkla çıkmıştı bu tepki. “elli efendim. Sizin hatırınıza kırk beş olsun!” Ayaküstü kısa bir tartışma, haklı bir isyan. Ve tezgâh sahibi baklayı ağzından çıkardı: “Efendim, sizin gibi zengin velinimetlerimiz için nedir bu para? Ama bizim için büyük para.” Yapmayınlar, biz öğretmenizler fayda etmedi. Mersedes’e binen öğretmen mi olur muştu? Çaresiz boyun eğip yola koyuldular.

Bir dinlenme tesisine uğradılar. Fazla kalmamalarına rağmen elindeki otobüsü üstünkörü bırakıp Mersedes’i pırıl pırıl eden görevli beyefendiye şoför kapısı açıyordu. Garipsediler. Fakat konuyu artık bildikleri için meseleyi uzatmadan görevliye bahşişi sıkıştırıp yollarına devam ettiler. Arabanın yeni olması yılların sakin şoförüne dahi özgüven veriyor, ara araya ayağının altındaki gaz pedalını eziyordu. Sol şeride her çıktığında hızlı olmasa dahi yol kendiliğinden açılıyor, sağa sinyal veren araçlar sözbirliği etmiş gibi Mersedes’in yolunu açıyorlardı.

Yunanistan sınırına doğru Trakya’nın yokuşlu yollarında epey yol aldılar. Sollayıp geçtikleri arabalarda çocuk koltukları, yüklü bagajlarla aileler dikkatlerinden kaçmıyordu. Mersedes’in ise arka koltuğunda sadece hanımefendinin hazırladığı yolluklardan mütevellit iki poşet bulunuyordu. Deri koltuklara henüz kendileri de dâhil oturan olmamıştı. Yola çıkınca düşündükleri gibi nadiren birileri oturacak ve o koltuklar araba satan herkesin hava attığı şekilde hiç yıpranmamış olacaktı.

Böyledir hayat. Bazısının iyi bildiği bir şey başkası için uzun bir dramı taşır içinde. Ve yine bazısı iyi diye pazarlarken belki de altında yüzlerce hüznü saklar pazarladığı şeyin. “Mersedes iyi güzel de, çocuksuz oldu.” diye hiçbir dilde anlatılamayacak bir ses tonuyla cümle kurdu beyefendi. Yok, hüzün değildi seste olan. Heves, sevinç, hayıflanma, özlem de değildi. Tarifsizdi işte.

Biraz sonra ilerdeki çevirmede durdular. Camın önüne gelip ruhsatı alarak anons çeken memura baktılar bir süre. Memur karşıdaki arkadaşının anonsunu beklerken ruhsata göz gezdirdi. “Oo yeniymiş bu. Neden sorgu yaptık ki iki günlük arabaya? Hayırlı olsun beyefendi. İlk yolculuk mu?”

“Evet. Sağolun.”

“Biz öğretmeniz” diye söze girdi hanımefendi. “Emekli olduk, çoluk çocukta yok. Bari güzel bir araba alalım da gezip dolaşalım dedik. Mersedes çocuksuz Mersedes yani.”

Beyefendi hafif tebessüm ederek kadranlara daldı. Ve karısının trafik polisiyle Mersedes’in ‘ye kürküm ye’ atasözünü nasıl canlı canlı öğrettiği üzerine detaylı sohbetini sessizce dinledi. Mersedes çocuksuzdu.

Murat Emre TİRYAKİOĞLU

 

“Çocuksuz Mersedes” üzerine 2 yorum

  1. Sonuna kadar acaba bir mucize olmuşmudur diye gözlerim dola dola heyecanla okudum. Yaşarken de böyle hop bir yerden mucize beklentisi…çok güzel bir yazı belki geç bir vakitte okuduğum için duygulandım.

    Yanıtla