Karpuz Soğuk Olsun

-Ne oldu yakalama mı var?

-Var var…

-Esrar mı gene?

-Yok! Arvadına kaydığım yerinde bize esrar mı denk gelir? Göçmen çıktı uğursuz tırda. Bu ay üçüncü bu.

Burası gümrüklü saha. Uyuşturucu yakalandığında memura ikramiye verilen ve göçmen yakalandığında ise doğan evrak yükünden yorulan ve üstüne ikramiyeden mahrum kalan memurlar krallığı. Başkentindeki kanun her bir metrede azalarak yetişir buraya. Bu sebeple insafsızlığın da insafın da olduğu ada. Yüzlerce kilometre yapan yolcuların kendini en ehemmiyetsiz hissettikleri yer. Memurlardan kaynaklandığı söylenemez pek bunun. Herhangi bir muhafaza memuruyla göz göze geldiğinde ceplerinde uyuşturucu olup olmadığını kontrol etmek ister en inanan vatandaş bile. Bunun dışında arkadaşının düğününe devletin vergi almadığı yüz metrekareden ucuz alkol götürmek isteyenler, evladına balkan kuzusu götürmek isteyen Batı Trakya Türkleri, Yirmi kilo uyuşturucu götürebilse hayatını kurtaracak Arnavut gençleri, her hafta sonu ecnebi öpücüğüne muhtaç bölgede yaşayan çeltik tanrıları, Az biraz tatil yapmak isteyen ve sadece televizyonda görülen şahsiyetler, bayramın hafta sonuna bağlanması için takvimlere adaklar adayan İstanbul beyaz yakalıları. Okyanuslarda mevsim değişiklikleri sırasında meydana gelen tüm göçlerin bir araya geldiği bir boğaz burası. Tüm bu öznelerin tek ortaklığı kaçma isteği belki de. Lakin o gün avrat olmasına rağmen arvad diye şivesine geçmiş Cebrail’in yeşil gözleri radyasyonun da yardımıyla tırın dorsesinde gördüğü dört kişi ayrıydı tüm gümrük familyasından.

-Beni neden çağırdınız?

-Erkek olanı İngilizce biliyormuş galiba.

-Nereli?

-Suriye. Allahtan dil biliyor adam. Geçen seferki Somalililerin ifadesini biz doldurmuştuk.

-Bizden kim var içeride?

-Şevket abi.

Çok büyütmeyin burayı. Tek katlı bir bina beş altı oda barındırıyor içinde. Koridorda gördüğüm üç kadın korku dolu bir ifadeyle beni süzüyor. Sanki ben karar verecekmişim gibi kaderlerine. Baktığımda bir göz nasıl merhamet istiyorsa öyle bakıyorlar. Dil cahil göze göre. Her lisanı bilirmiş gözler oysa. Mevsim yaz, termometre otuzu gösteriyor ama o dorseye sorun bir de bunu. Belki de bu yüzden tüm göçmenlerin kavruk oluşu.

-Merhaba Şevket Abi.

-Gel Selim gel! Gene iş var bize. Adam dil biliyor belli. Ben biraz yokladım ama bilirsin işte ifade almaya yetmez benim İngilizce.

Masa başında Şevket abi. Karşısında iki sandalye var. Birisinde gözlüklü, uzun, ince, beyaz tenli otuz beş kırk aralığında bir adam. Lakin kırmızı lekelerle yüzü, herhalde sıcaktan. Şevket abi sormadan konuştu İngilizcesiyle adam:

-Bırakın bizi lütfen! Hiçbir şeyimiz kalmadı.

-Ne diyor?

-Bırakın bizi diyor abi.

-Söyle ona! Biz bıraksak diğerleri bırakır mı? Sor bakalım nereye gidiyormuş.

-Hollanda’ya abi.

-Anlatsın hikayesini bakalım. Nasıl? Neden? Ve Ne zaman kaçmış?

Adam sormama kalmadan başlıyor:

-Şam Üniversitesi’nde okudum ben. Makine mühendisliğinden mezun olur olmaz da devlet kadrosunda iş buldum. Savaş çıktığı sırada kardeşim Dubai’deydi ve kanser olduğunu öğrendik. Ben onu görmek için izin istedim devletten. Savaş nedeniyle vermediler doğal olarak. Ben de izin almadan yurt dışına çıktım ve kardeşimi Dubai’de gömdüm. Bu sırada Özgür Suriye Ordusu Şam’ın bazı bölgelerini ele geçirmişti ve benim kaldığım yer de bu bölgenin içindeydi. Eşime, babama söylemiş direnişçiler, sizin oğlan devlet kadrolu, Esad’ın adamı diye. Devletse izin almadığım için arama kararı çıkartmış hakkımda. İllegal yollardan Suriye’ye, savaşın içine gittim. Eşimi, baldızımı ve kayınvalidemi aldım yanıma. İki çocuk orada kaldı.

-Nasıl çocukları bırakırsın dedim göçmeyen biri olarak. Ne zaman bir kurtarma olsa en önde yer alan çocuklar için burada durum farklıymış halbuki. Küçümseyerek baktı önce.

-Öyle kolay kolay göçmen olamazsın. Belirli yeterliliklerin olması lazım. Kaçıncı derece açlık biliyorsun, sonra susuzluk var, İshali var. İş yerinde, evinde emir erin gibi bekleyen tuvaletsiz nereye sıçacağını iki saatte bir düşünmen lazım. Öyle duş yok, otuz beş yıllık vücudun ne kokular barındırıyor bilemezsin” der gibiydi. Bu bakıştan sonra karar verdim zaten klimalı odamda hikayeyi onun dilinden anlatmamaya.

-Onca yol. Başımıza ne geleceği belli değil. Hollanda’da ailemin bir kısmı. Onların yanına geçince bir şekilde aldıracaktım çocukları. Şimdi kız kardeşlerimle beraberler. Önce Suriye’den Irak’a geçtik. Bunun için iki bin dolar verdim. Sonra Irak’tan Türkiye’ye geçmek için Iraklı bir Türkmen bin beş yüz dolar aldı. İyi ki almadım çocukları çok aç kaldık yolda. Zaten İstanbul’a vardığımda tüm birikimim bitmişti. Sonra bir adamla tanıştım. O da istedi ama ben geçebilirsem göndereceğim dedim parayı. Sonra da bir benzin istasyonunda tırın brandasını yırtıp bizi soktu içine. Nasıl yakaladınız bizi?

-Hadi be oğlum bize de çevir, bilelim artık dedi Şevket Abi.

Böyleyken böyle dedim.

-Bir de nasıl yakalandığını soruyor.

-Şöfor uyanık. Brandasının yırtıldığını görmüş, sahaya giriş yapana kadar ses etmemiş, sonra bize haber verdi. Biz de X ray’e attık. Masumlar radyasyon yediler bir de. Neyse anlatma bunu ona.

-Abi birkaç bir şey daha sorsam olur mu?

-Olur olur. Ben de merak ettim

-En çok kimden nefret ediyorsun başına gelenlerin sebebi olarak?

-Herkesten. Esat’tan, direnişçilerden, Avrupa’dan Amerika’dan herkesten.

Yutkundum. Benden de nefret ediyordu belli ki ama ona üzüldüğümü anlamıştı ve belki bir nebze bu bile yetiyordu ona.

-Ne yapacaksınız şimdi?

-Bilmiyorum. Bir yolunu bulup tekrar deneyeceğim. Çünkü artık Suriye yok.

Gözüm doldu o anda. Mavi, yeşil, siyah, kahverengi yoktu gözünde. Çaresizlik renginde olanlar vardı. Bir meteor düşmüş ve tüm düzeni mahvolmuş bir mühendis, bir devlet memuru, bir ben işte. Oğlum Turgut sekiz aylık. Şimdi Suriye’de olmalı. Beyaz yaka Selanik’te uzo kaldırmalı. Dorse elli derece, eşimin istediği ayakkabı indirime girmiş olmalı, Eleni çeltik tanrısının üstünde olmalı, Arkadaşlarım geldiler bok ettiler diye küfür savurmalı, Cebrail ikramiyeye yanmalı, Şevket abi sigara yakmalı. Yakalanan bilmem kaçıncı göçmen diye haberler yapılmalı, Dorse elli derece, bir işçi ucuza çalışıyorlar biz aç kalıyoruz demeli, Bütün Avrupa bulduğu kaçakları bir otobüse tıkmalı, elyaftan can yelekleri suya salınmalı. Memleketleri için savaşmamış diyen Balkan göçmeni puştu havaya uçurmalı. Göçmenlerin ter kokuları dünyaya işlemeli. Her yer elli derece olmalı. Tüm dünya pasaportlular ve olmayanlar diye ikiye ayrılmalı.

-Aç mısınız?

Açız dedi. Hiç minnet ihtiyacı duymadan, nefret kusarak.

-Açmışlar abi.

Nasıl aklıma gelmedi. Öğlen menemen fazla geldi gene. Dolaba koymuştuk dur getiriyim. Karpuz da var.

-Benlik bir şey kaldı mı?

-Yok! Sağ ol Selim. Çok yardımın dokundu valla.

-Sen Sağ ol Abi!

Elimi uzattım, uzattı. Elini sıktım ve aptalca: ayem sori, gud lak dedim. Esas acınası durum benim mi, onun mu bilemedim. Bir iyilik yapmalıydı ona. Döndüm Şevket Abi’ye ve sınırlı hayatımın sınırlı iyiliği çıktı ağzımdan:

Dorse elli derece Şevket abi! Karpuz soğuk olsun.

Özgür Akyol

“Karpuz Soğuk Olsun” üzerine 2 yorum

    • Kalemim yeni ve bu yüzden henüz yaşadıklarımdan çok fazla çıkmak istemiyorum. Kurgu kısmı yok değil tabi lakin yaşadıklarım yaşayabildiklerim egemendir genelde. İlginiz için çok teşekkür ederim.

      Yanıtla