Köy Portresi

Herdiyar gibi bu diyarın da kendine has özellikleri vardı. İlkbahar mesela… Yağış bol olduğu yıllar güneydoğusunda bulunan höyüğe çıktığınız vakit boyu bir metreyi geçen hardal çiçeklerinin engin düzlükteki yeşilin üstünde en büyük imparatorların altın taçlarından daha fazla parladığını görürdünüz. Her ekilen tarlaya uyum sağlardı bu hardallar. Arpada, mercimekte, nohutta; ama en çokta buğdayın koyu yeşil ekinlerinin arasında kendini çok güzel ifade ederdi. Geçen yıldan nadasa bırakılmış tarlalarda ise başka bir çiçek hakimdi. Gelincik.
Hiç unutmam, ilkokulda pikniğe gitmiştik bütün okul. Öğretmenler birazda meraktan olsa gerek; her tarafın alabildiğine müsait olduğu köy arazisinde konum olarak höyüğü seçmişlerdi. Höyüğün en tepesine çıkıp zamanın şartları nispetinde ev ahalisinin hazırladığı azıkları diğer çocuklarla da pay ederek sofraya oturulmuş; sonrasında ise yağ satarım gibi mekânın tadını çıkarmaya yönelik oyunlar oynanmıştı. (Aslında değinilmesi gereken bir husustur, öğretmenlerin köy çocukları dahi olsalar doğaya çıkarmaları ve en azından bu satırlarda katkılarının olması. Şehir çocukları gerçekten şanssız.) sonrasında öğretmenler çevreden görülen komşu ve daha uzak köylerin ismini sorup sınav yapıyor, diğer höyüklerin hangi köylerde olduğunu vs. soruyorlardı. O an en çok dikkatimi çeken ise höyüğün poyraz geçesinde (tarafında manasında kullanılır) Fırat’a doğru takip eden derenin yanında başlayan kıpkırmızı tarla olmuştu. Tarla nadasa bırakılmıştı evet, gelincikler de kültivatörlerin girmemesiyle oluşan denetimli
serbestlikten yararlanarak işgal etmişti boydan boya. Ne güzel bir işgal! Çiçeklerin sultanı güldür, tartışılmaz; vezirleri ise papatya, lale, menekşe diye gider. Ama gelinciğin çok farklı bir havası vardır. Gelincik adeta tahttan azledilmiş şehzadenin mahzun kızı gibidir. Gül her yerde yetişir, papatya da dayanıklıdır ve kıraç toprağı çok çok sever. Fakat gelincik hassastır. Orta halli bir rüzgâr dahi alır yapraklarını elinden. Ve gelincik en çok o yöreye yakışırdı.
Höyükten inip kuzeybatıya doğru giden yolu takip edince köye ulaşırsınız. Bu yolun özelliği ise köyün işlek yollarından oluşudur. Höyükten köyün mezarlığına kadar sıra sıra bentler kurulmuştur dere üzerine. Dere akardı  o zamanlar ve birleştiği diğer iki dereyle beraber köyün bu tarafı söğüt ağaçlarıyla sıralanmıştı. Bu söğütler vaktin birinde aç gözlü bir odun tüccarı tarafından herkese tarlası nispetinde paralar
dağıtılarak kesilerek yerlerinden edildi. Hoş, zaten birkaç yıla suların çekilmesiyle kendiliğinden kuruyacaklardı ya.
Yol mezarlığın yanında, Antep-Karkamış yoluna çıkarak biterdi. Köyün o vakitler tek asfaltlı yolu ve en yoğun noktasıydı. Bütün köy bu yolun kuzeyinde dizilmiş; tek tük taşmalar dışında kerpiç evler yan yana yapılmıştı. Köyün merkezi yerlerinden sayılabilecek noktasında ise coğrafi olarak küçük; ahali içinse gayet büyük bir göl vardı. Bu gölün yanında Karakuyu ve Kastal diye adlandırılan su pınarları bulunmaktaydı. Göl ise o vakitler köyün kaz ve ördeklerinin uğrak yeri durumundaydı. Ah o kazlar… Köyün etrafında tarlası olanlar en çok bu hayvanlardan çekerdi. Agresif ve söz dinlemez hayvanlar olamaları dolayısıyla her gördükleri yeşile saldırırlardı. Köyün yakınında tarlası olanlar ise ilkbaharda koyunları otlatmak için sadece bir kısmını kullandıkları tarlalarının mecburen bekçisi olur; en azından evin önünde bahar güneşine karşı sandalye attıkları vakit bir gözleri tarlada olurdu.
 Şimdi yeri doldurulup ev yapılmış olan gölün başında ise söğüt ağaçlarının arasında iki adet dut ağacı vardı. Bu dut
ağaçları bugün hala zamana ve değişen şartlara rağmen ayaktadırlar. Yaşlarını köyde bilen olduğunu zannetmiyorum. Dayanıklıdır dut ağaçları. Köyün dışından bakıldığı vakit yeşillik namına eksiği dut ağaçları ve cami ve okul bahçelerinden seslenen çam ve iğde ağaçları tamamlardı. Çam evlerin hayat diye adlandırılan bahçelerinde çok fazla tercih edilmezdi. Bazılarında iğde bulunurdu fakat daha çok dut favoriydi o vakitler. Bu yüzyıla yaklaşan dutlardan birkaç tane hala köyün içinde bulunmaktadır. Dutun insanlara en cazip gelen yanı ise hem yemişinin olması; hem de ağustos sıcağında hayadın içerisinde iş yaparken serin ve ulu bir gölgelik sunmasıydı.
O vakitler beton denen illet henüz pek bulaşmamıştı köye. Hali vakti kalburüstü olan birkaç insanın evi biriketten, kalan herkesin evi ise kerpiçtendi. Kerpiç evler ise killi toprağın kalıplarda dikdörtgen yapılıp yine topraktan harçla örülmesi ve dış sıvası için toprağın samanla karıştırılıp elde edilen balçığın örülen duvarlara sürülmesi ile yapılırdı. Binanın damı ise direkler ve üzerine örtülen sağlam çalılarla beslenir, ardından bir kat daha balçık çekilerek tamamlanırdı. Bu evlerde pencereler küçük tutulur; böylece hem kışın soğuğundan, hem de yazın sıcağından korunulurdu. Ayrıca bu evler dip dibe yapılır, böylece hem sokakların içerisinde hava sirkülasyonu elde edilir ve gündüzün kavurucu güneşinin sokağı etkilememesi sağlanırdı.
Köyün tam ortasında ise cami bulunurdu. Şimdilerde boyası renk atıp eski dikkat çekici yeşilini kaybetmiş olsa da çocukluğumuzda yemyeşil rengiyle köyün en dikkat çeken yapısıydı. Kubbeli bir cami değildir köyün camisi; aksine üst katı teras şeklinde ve müştemilat olarak kullanılan iki odaya sahiptir. Yazları çocuklar Kuran kursuna bu terasta devam eder, odaların gölgesi artık terasa serilmiş halının ucuna geldiği vakit kursun paydosu olurdu. Cami ise köylü için hem içten hem dıştan dile getirilen bir övünç kaynağıydı. Hele eski tek şerefeli minare yıkılıp iki şerefeli yeni ve uzun bir minare yapıldığı vakit çocukları bambaşka bir heyecan sarmıştı. Aidiyet duygusundan ya da meraktan olsa gerek; bu kamu binası bizlerin çok dikkatini çeker; içimizdeki minareye çıkma ülküsü o dönemki otoriter hocanın korkusuyla bir türlü gerçekleşmezdi. Çok katlı binaları bilmeyen çocuklardık. Belki de minareye çıkmaya korkacaktık fakat hep merak içindeydik.
Şimdiden sekiz yüz kelimeyi geçmiş bile yazı. Okuyanların da gözlerini düşünerek burada keselim ve devamını başka bir
zamana bırakalım.

“Köy Portresi” üzerine bir yorum