Musluk

Sahil yolunun Samatya’ya teğet geçen paraleli ile Millet Caddesi arasında kalan bölgede Yedikule, Şehremini, Çapa, Fındıkzade gibi semtlere komşu o yer: Kocamustafapaşa. İstanbul’un her yerine yakındır bu muhit. Otuz beş ile başlayan Beyazıt, Taksim, Balat ve Eminönü’ne giden otobüsler; Sirkeci’den Florya’ya kadar uzanan ray hattı üzerinde yer alan Samatya durağı; Millet caddesine serilmiş Kan Merkezi ile ünlü Çapa Tramvay durağı. Lakin muhit insanı değilsen eğer uzaktır sana burası. Nitekim Taksim, Bakırköy, Eminönü, Beyazıt gibi merkezler insan akışını mıknatıs gibi çekerken kimsenin gözü görmez bu labirenti. Burada doğdum, burada kavga ettim, çiğnemediğim okul bahçesi kalmadı topun peşinden koşarken. Ne yalan söyleyeyim! Şimdinin yakalarındaki kartlarında isimleri yazan güvenlik görevlileriyle çevrelenmiş sitenizden çok daha güvenilirdi bana bu alan.

 

Velhasılı çok değişti her şey. Büyüdüm, hayal kırıklıklarıyla bezendim, yaşamaya muhtaç olduğumun farkına vardım ve bir memur masasını seçtim etrafı izlemek için. Unutmadan Bizans’ın dışındaydı bu masa. Para kazandım, kitaplar aldım hiç fiyatına bakmadan; para kazandım, kadının tadına vardım koklamadan. Sormayın artık. Bir şeylere tutkularım vardı benim de zamanında ulaşmaya çalışırken burnumu kanatan. İspirto misali uçunca onlar birden, artık çırılçıplaktım. Tarihin sonu yaşanmıştı. Yok! Liberalizm kazanmadı, herkes kaybetti hücrelerimde. Şaşırmak yoktu mesela eylem sözlüğümde. Biri demişti düz yazı, şiire benzememeli diye.

Ölüm haberi geldi pederin. Bozuşmuştu benle. Dedim ya tarihin sonu diye! Hiçbir şeyi umursamıyordum ben de çocukların ölümüne, kadınlara tecavüz edilmesine, yoksulun yokla eğitilmesine üzülmeyen insanlık gibi artık. Sorumluluk duymam gereken her şeye herkese zorbaydım onun gibi. Peder de aldı nasibini işte. Esenler otogarına vardım, cenaze için. Metroyla Emniyet durağında indim ve işte Çapa! Krallığımın sınırındayım şimdi. Denize doğru inerken Küçükhamam karşıladı beni. Tam burası Ali Şir Nevai Sokağı, tahtımın olduğu yer. İki gün önce yağan kar, temizlemiş havayı. Dükkânlarda Arap esintisi falan var ama Kocamustafapaşa dimdik ayakta her şeye rağmen. Uçurtmaymışım da ipimin tutulduğu yere gelmişim gibi. Paşanın meydanına inmeliyim. O 35’lerin karargahına. Salındım şöyle bir.

İşte karşımda Musluk Birahanesi. Çok hesap yaptım burada bira ile cüzdanı barıştırırken. Sigara dumanı ısıtmış içerisini. Duvarlar yarıya kadar ahşap masalar gibi. Ampul sarıya boyamış, led ekrandaki İspanya ligi maçının zemini dışında her yeri. Kimse izlemiyor ama her bir sigara yakışında, içki yuvarlanışında göz kayıyor o köşeye. Çünkü hep beklemiş ve beklemeye devam edenler bir gol anına muhtaç. Hayatlarını değiştirebilecek mucize için yaşayanlar, bir Bask oğlanın ayağında çıkan füzeyle keyifleniyor. Yaş ortalaması içerde nereden baksan elli. Bir birahane halkı için en formda yaş aralığı, tıpkı Bilboa’nın takımı gibi. Efkar üfleyen bir ses var seçemediğim. Kızı katledilmiş Hayri Amca, gençliğinde Ermeni bir güzele abayı yakmış lakin memleketinin jeo-stratejisi sebebiyle evde kalmış kırtasiyeci Memduh, oğlunu bayrakla toprağa vermiş berber Hakan, Bisikletlerimizin tekerlerine boncuk dağıtan – derdini de bilmediğim- Müslüm Amca, evlatlarının hepsini beyaz yakalı yapmış ve karısının ölümüyle yalnız kalmış Sami Bey… Kimisine amca, kimisine ağabey ya da bey, bazısına sadece Müslüm. Cüsse, kır saç, kilo, üslup ve daha ne kadar ete kemiğe dayılı ya da değil tüm unsurlar belirliyordu bu isim sonralarını.

Hepsi aynı melodiyle eş zamanlı iç çekerek, dünyanın en kusursuz orkestrasını oluşturmuşlar. Evden bir şekilde kaçmış Paşa adamlarının ayin yerini andırıyor burası. Yalnız bir terslik var Babamın arkadaşlarının hepsi tek kişilik masalarda mekanı gasp etmiş. Hemen bir kahin arıyor gözlerim. Kırkın altında olmayan bir kadın süzülüyor masadan masaya. Rakıları bıraktıkça ayinin tutkusunun güçlendiğini görüyorum. Keskin gözleri, hemen omzunda biten kestane renkli dalgalı saçlarıyla Musluk için fazla, mihrap milim kaymamış bir kadın. Hafif yanaklı, çenede gamze.

-Ne alırdın?

-Bira.

Ayin dedik ya! Soğuk karşılandım hem tapınanlar tarafından hem de gamzeli kahin pek yüz vermedi. Yaşım otuz bu arada haliyle takıma yeni katılan çömez gibi yaşamım boyunca tüketeceğim alkolleri kıskandı böbrekleri. Diğer yandan gamzeli kahin ona inanmadığımı görmüştü. Lanetlediği birayı masama bıraktı.

-Ne okuyorsun?

-Fuko

-Ne o roman mı?

-Yok, Felsefe!

Kahin bu soğuk karşılıklardan sonra hemen geçti sunağına. Ara sıra laflar atıldı masadan masaya ama belli ki ayın ya da herhangi bir zaman diliminde buluşan bu adamların inancı suskunluktu. Beni tanıyıp tanımadıklarını bile anlamamıştım. Sanki merhaba desem yarın cenazede oluşması muhtemel safı şimdiden bozmuş olacaktım. Birkaç göz göze gelme oldu. Hele Sami Bey, yanıma gelmek ister gibi baktı ama ses edemedim. Bisikletçi Müslüm tuvalete giderken masamın önünde sendelediğinde bileğinden kavramaya çalıştım da o masama tutunmayı tercih etti. Hem yerli hem yabancı gibi sayfalarımı çevirdim, sigaralarımı söndürdüm. Rakıya doyan tapınak şövalyeleri ise birer birer ayrılmaya başladı. En son ayrılan Memduh abi ile hesabı kapattıktan sonra göz göze geldik. Başını öne eğerek öyle bir selam verdi ki dostlar sağ olsun diyecektim nerdeyse. Artık mekanda kahin ile benden başka kimse kalmamıştı.

-Kapatıyorsunuz herhalde.

– Son bir bira ister misin?

– Hayır demem.

Giderken parmakları tarak oldu saçlarında, izlendiğinin farkındaydı tıpkı benim gibi. Musluğa giderken baktım, dönerken sigara yaktım.

-Edebiyat falan okumaz mısın?

-Okurum.

-Buralarda görmedim seni. Nerelerdensin?

-Aslında doğma büyüme Paşalıyım. On senedir yoktum. Hicaz Ağabey işletiyordu buraları. Yok mu o?

-Öldü o. Bana bıraktı.

Vay be Hicaz Abi! Ne yaptın Hatice Yengeye sen ? Umarım senden önce ölmüştür kadın da görmemiştir. Esaslı meze yapardı kadıncağız. Sigara uzattım. Gene tarak oldu eller, çizgi doldu dudağı, bir gamze daha selam çaktı bana, sol yanağında da varmış meğer, yaktım sigarasını.

-Sen ne iş yapıyorsun?

-Memurum ben.

-Bir zamanlar ben de çok okurdum. Biliyor musun edebiyat fakültesi çıkışlıyım ben? Nereden bileceksin benimki de soru?

-Çıkış derken terk diyorsun herhalde!

-Ne diyorsun be?

-Tuğba Abla, son kısmı bilmesem de bilirim gençliğini. Liseden sonra hayırsız bir kocaya kaçmadın mı sen? Ergenliğim senin sarı eteğinle geçti benim. Sen bilmezsin beni. Küçük veledin tekiydim işte. Gerçi bir kere sana papatya vermiştim de yanaklarımı sıkıp sarılmıştın bana. Göğüslerine yaslamıştın yüzümü de hayallerimi ipotek altına almıştın benim.

-Recep’in oğlu Oğuzsun sen. Başın sağolsun.

-Sen beni bildin demek.

-Bilmem mi? Her sokağa çıkışımda apartmanının girişinde oturup beklerdin beni. Dönüş desen gene aynı. Çok üzüldü ama baban Oğuz.

-Sen nereden biliyorsun?

-Hay Allah! Ben de diyorum nasıl müsaade ettiler sana? Bildiler seni de babanın masana geçmene izin verdiler. Geçen ay gelmişti en son. Sürekli sen konuşurdu ama hep iyi konuşurdu sanki bozuk değilmişsiniz gibi. Sen de mi onun gibi hep bira?

-Evet! O kadar sarhoş olmak istemezdi, ben de öyle herhalde. (Pedere bak sen! O da tapınak şövalyesiymiş meğer.)

Soğuk bir yağmur çiseliyor. İndirir indirmez paslı kepengi, koltuğumun altında omzu. Uyanmaya başlıyorum tekrar yaşama ama hala yorgunum. Ev yakın, eski Verem Savaş Derneği’nin hemen karşısında. Apartmandan içeri giriyoruz, artık yağmur yok ama hala koltuk altımda. Geçmişe ilerleme zamanı şimdi kahinle. O bende, ben onda. Işıklar bile açılmıyor. Hercümerç oluyoruz karanlıkla. Paşa diriliyor tekrar, mahalle maçlarım atıyor üstlerindeki tozları, gürültümüze kızıp topumuzu kesmekle tehdit eden İsmail Amca her an kapıyı kırıp, basacak gibi bizi. Öpüyorum geçmişimi telaşsız, uzaklaşıyor biraz tutup çekiyorum kendime. Tutku kırıntıları toplanıyor ve huzura çalıyor sessizce. Suya uzanmışçasına dinginim. Paşa saçlarımı annem gibi okşuyor, giderek küçülüp şımarıyorum ona. Kabul etti işte bu haylazı yeniden. Hiç sorgulamadan yediğim nanelere takılmadan, dizleri yara dolu o çocuktan farklı görmedi beni. Birazdan kalkacak Samatya’dan güneş, başım gene göğsünde Tuğba’nın, on dokuz yıl öncekinden farksız. Ağlıyorum hıçkıra hıçkıra. Kafam hıçkırıkların da etkisiyle gidip gelirken sıkıyor ensemden Tuğba. Fısıldıyor işte Paşa: Hadi doğ artık çocuk! Yık geç mağlubiyetlerini, tebessüm et zamane arzularına hoş gör onları. Dön artık Oğuz!

Baba diye inliyorum Tuğba’nın göğsüne ama çıt bile duyamazsın artık İsmail Amca.

Not: Ertesi sabah Tuğba’nın üç raftan oluşan kitaplığında Hicaz Ağabey ile Hatice Yenge’nin fotoğrafı vardı. Hikaye için önemi yoktu belki de iyiliğin ve kötülüğün ama yazar bilinsin istedi sadece.