Vanilyalı Rakı

balabanO ışıklı şehirlere, milenyum serzenişlerinize ters gelebilir ama hala köyde yaşayan insanlar var. İçtiğiniz sütleri ambalajlayan firmalara teslim eden inekler ve onlara bakanlar var. Sofranıza gelen pilavı var eden çeltik tarlaları var. Plastiklere sardığınız suların aktığı dereler var. İş dışı yaşamınıza konfor sağlayan tüm emeklerin kaynağı burası işte. Unutmadan! Beni arayıp, kanserim Volkan gel diyen bir büyükbabam var. Her şeyi geçtim, işi bahane edip ziyareti erteleyen kahpe ben varım.

  • Söylemedi deme romantizme düşüyorsun?

  • Bana bunlar yok desene.

Dualar okundu, gözyaşları döküldü. Tabutu kaldırma vakti. Katili gibi hissediyorum kendimi. Bir el tabuta atsam geçecek sanki. İşte bel fıtığım! Bir ip geriliyor belimde, oysa elli kilo çeltik çuvalı taşırdı bu omuzlarım, kaç tırpan salladı bu kollar da gelip bir ofis sandalyesine mağlup oldu.

  • Mani olmak zorundayım. Adamın bel fıtığı o ağır yüklerden olmasın.

  • Beden ne bilir misin lan sen? Biliyorum ben! Hepsi o lanet sandalyenin suçu. Ulan hepinizin bir götü olsa da bir bilgisayara bir hafta bağlasam keşke. Duramazsınız lan ağrıdan.

25 yaşındayım o zaman. Köyün kasabası sayılan yerel taşeron bir firmadayım. Bu sebeple kasabada bir daire tahsis etti bana ailem. Devlet binası bu boş bırakılır mı? Teknolojik aletlerin bakımı bende. Diğer bir deyişle içinden elektrik geçen her şeyin sorumluluğu. Nuh neviden kalma bir jeneratör bozulmuş. Merkeze haber verildi servis gelecek Ankara’dan üç günde. İşgüzar ben, uğraşa uğraşa çalıştırdım aleti. Büyük iş! Merkezden hemen bir teklif geldi. Üç bin beş yüz civarında. O zaman aldığımın iki katı. Gözümün içine baktı büyükbabam. Rahatın keyfin yerinde oğlum, az biraz tarlamız var, işsiz kalsan bile yeter, etme eyleme diyemedi. Hepsini duydum ama köyden uçan bir kuş olmak aynı zaman övülesi bir durum. Velhasıl 10 sene geçti aradan. Bir de mühendis bir kız buldum, sevdim, evlendim sonra da Osman işte.

  • Şimdi de geçmişe döndün
  • Evet döndüm. Düşünsene 25 yaşından başlasam hikaye sonu ne olabilirdi ki? Bu bir çöküş hikayesi o sebeple sonu baş, başı da son olmalı.

  • Yazmasaydın keşke

  • Ona da sen karar vereceksin demek. Bu kurgu değil ahmak, zekamı vitrine koyabileceğim bir şey değil. Yaşadım, o yüzden yazmak zorundayım.

  • Sen o musun?

  • Önemi var mı? Bunu yaşamam için görmem, izlemem yetmez mi?

Dedemin vanilya rakıları, beraber tuttuğumuz karagözler, avladığımız keklikler, amatör takımın kaptanlığı, Hasanla beraber göl kenarına attığımız kızlar, hepsi çay dumanı gibi süzüldü gitti.

  • Yapma! Betimleme yapma bari!

  • Siktir git! Bak küfür, al işte post-modern oldu mu?

  • İyiydi bak bu. Bir de vanilyalı rakı ne Allah aşkına.

  • İçtim ulan ben onu. Herif nasıl yapıyor, damıtıyor bilmem. Dut yapraklısı falan bile vardı da, kafam iyiydi, içememiştim ondan.

  • Mekan yok bu arada. Neresi merak ettim?

  • Olmadı bu işte. Mekan önemli miydi senin için? İpsala’da Balabancık diye bir köy var orası.

Parmaklarımı geçmez katıldığım cenazeler. Tabutların genci yaşlısı fark etmez, hepsinde hikaye aynı. Defin işlemi tamamlanınca, yazılı olmayan bir antlaşma varmış gibi hayatın akışı çöker ahaliye. Uzun ayrılık süreci sonucu, en fazla ben uymuşum gibi antlaşmaya, Hasan’la gülerken buldum kendimi. Elleri iyiden iyiye büyümüştü. Babasının sanayideki dükkanını artık o yürütür olmuş, motor yağıyla karışık kavrulmuş bir ten kaplamış apak yüzünü. Gene eskisi gibi büyük büyük hareketler. Güldüğü zaman çevresinde kim varsa gülmek zorunda hissederdi kendini onun salgıladığı mutluluk hormonundan. Siniri kalkmaya görsün, öyle basit göğüs göğüse itişmeler ya da “indir elini” muhabbetleri olmazdı. Ne kavgası ne eğlencesinde giriş bölümü taşımazdı. Evine davet etti bizi akşam için. Baba evine ziyaret var şimdi sırada. Traktörü sürtmüşüm, ilaçlamayı doğru düzgün yapamamışım gibi kapıdayım. Küsmüştü babam ben gidince. Büyükbaban ne yapar sen gidince deyip durmuştu. Büyükbabam hiç tepki vermezken bile onun içi rahat değildi. Daha kasabaya çalışmaya gittiğimde bile içi rahat değildi. Velhasıl sadece elini öptürdü. Annemle hanımın sohbeti ve Osman olmasa zaman nasıl geçerdi bilmem. Hasan’a sözüm var deyip çıktım evden.

Kasabadaydı Hasan’ın evi. Toprağı yoktu ama orda bahçe dediğin tavuksuz olmazdı. Şaşırdı bizim Osman hatta horozdan ürktü bile. Hasan mangal başında gülümsedi bana, görünce Osman’ın halini. “Gel aslanım gel, baban varken o horoz yanından bile geçemez senin. Tek elle kapardı boğazlarından onları.” dedi. Gene donatmış sofrayı. Satır etinden pirzolasına her tarafından var kuzunun. Yedirmekten onun kadar keyif alanını görmedim. Hele hazırladıktan sonra bir izlemesi vardı ki yiyeni, cennete kanatlanır derdin. Bizim Osman’ın satır etle tanışmasını da aynı dikkatle izledi. Bileğiyle etten ağzına fışkıran yağı silişini görünce rakısından yudumladı, arkasına yaslanırken sigarasından derin nefes çekti. Başladı eskilerden anlatmaya benim mühendise. Oğluyla kızını Osman ile tanıştırdı ve bahçeye saldı onları. Farklı geldi bizim Osman’a, et yemesinin dışında “ne işimiz var burada” imasını nasıl beceriyorsa her hareketine yansıtıyordu. Gerçi annesi de çok farklı değildi hani. “Hadi kalkalım” mimiğini görmemek için bakamıyordum benim mühendise ama vakit geçtikçe geçiyor. Hasan girdi gene söze:

Volkan, tutamadı büyükbaba aileyi. Oysa ne imrenirdim size. Babanlar üç erkek kardeş, evler ayrı, topraklar ve kararlar bir. Araba alacağınız zaman bile bir araya gelirdiniz de öyle seçerdiniz markasını. Sonra sen kasabada iş bulunca, her hafta sonu köye giderdin ekinle cebelleşmeye, gık bile demezdin onca çabana rağmen. Büyükbaba sen yalnız kalma diye gelirdi kasabadaki evine sık sık rakısıyla. Ulan sizin gibi çalışkanı, beceriklisi yoktu. Yenge daha çeltik olmadan kasabanın en yüksek fiyatından satın alırdı simsar bunlardan çeltiği” Devam edemedi Hasan, hatta açtığına pişman oldu. Çünkü bu kısacık zaman diliminde özetlediği yaşamı tek bir kararda ben bitirmiştim. Büyükbabamın tüm çabaları… Anladı üzüldüğümü de devamını getiremedi Hasan. O kısa sessizliği saatlerdir benim mühendis bekliyormuş da haberim yokmuş. “Hadi kalkalım Volkan, geç oldu” demesiyle kalkmam bir oldu. Zaten başka türlü de kalkmazdı ayaklarım. Osman bahçenin sedirinde tablet bilgisayarına dalmıştı. Neyse, toparlandık ve yola koyulduk.

  • Bak girmeyeyim diyorum ama yok artık. Nasıl bir aile o? Kabile düzeni devam etmiş, Ötüken’den kalkmış gelmişler gibi. Daha ne kadar idealize edeceksin.

  • Arkadaşım, zaten kırsal aile tipi bu demiyorum ben. Hasan da şaşırıyor durumun kendisine. İlla köy-şehir başlığına sokacaksın değil mi? Arka planda o yok değil demiyorum. Hatta kırsal daha iyi daha güzel de demek değil amacım. Sadece daha samimi demek istiyorum.

  • Şehirleşme almış başını gitmiş. Çanak anten her yerde. Tarihin sonu artık.

  • Sınıf da yok değil mi?

  • Var mı?

  • Bilhassa küfür etmem için soruyorsun değil mi? Ulan “Bizim köy” gene eskisi gibidir mi diyorum. Seksenden bu zamana şehir ne kadar değiştiyse, köy de o kadar değişti. Lakin bu, aradaki farkın bittiğini göstermez. Anlattığım kasabada nüfus sekiz bindi o zaman. Köyü sen düşün kaç. Sen oraya istediğin kadar çanak koy, aynı düzleme sokamazsın. Sınıf da var, köy de. Duymadığın sesleri yok sayıyorsun sadece.

  • Yok dostum! Her bok bilinmez öyle. Bir pozitivizme saplanıp kalmışsınız, her şeye kolay kolay yargı biçiyorsunuz.

  • Ulan bin üç yüz yirmi yedi sözcüktür kim kimi biçti?

  • Çok iddialı çok! Belirsizlik, soru işareti hiç yok. Utanmasaydın da Heidi’yi anlatsaydın. İzafiyetle değişti her şey. Her şey bilinemez artık. O keskin yargılarınız daha ne kadar yanlışlanacak.

  • Tuttuğun takım iyi oynuyorsa iddiaya girmez misin? Her şeyden önce bu eğlencelidir. Bir şeyi savunmak, onda karar kılmak neden bu kadar ürkütücü. Diyelim yanlış olsunlar, sonraki bilgiye zemin sağlarlar

  • Demek, ilerleme diyorsun

  • Yok! Eben diyorum!

  • Kızma hemen! Yenemezsin beni.

  • Modernite insanı yüceltip, merkeze koyardı değil mi?

  • Evet.

  • Sen de bu teze karşısın. Tamam! Ulan bir bok iddia edememeniz sebebi, göt olma korkunuz. Sırf mağlup olmamak için iddia edemiyorsunuz. Şimdi kim insanı merkeze koyuyor söyle bana.

  • Soru-cevap yöntemiyle Socrates’i de uyguladın bu arada.

  • Lan bir Olric olsaydı, senin yerine keşke.

  • Churcill oldun da Kemal’i çağırıyorsun.

  • En son sen konuşacaksın değil mi?

  • Evet!

  • Abi! Daha sürecekse ben gideyim.

  • Pardon Volkan, kene gibi yapıştı gene.

  • Kabul etmeyeyim değil mi teklifi?

  • Oğlum ne diyeyim ben sana. Benim büyük şehir tecrübem sabit. Anam, babam, dostlarım olmasa uğramam bile. Bir seçim oluyor da göğü göremiyorsun bayraklardan, çocuk uyuyamaz slogan atan arabalardan. Son seçimde bir araba gördüm lan ben burada. İstanbul’a eşe dosta gidince anladım memlekette bir bok olduğunu. Lakin bu şerefsiz de bir yerde haklı. Bakarsın bir hatun bulursun, sizin aile sıkı kuralları var, burada bile bozuşursun ya da ne bileyim amcaların arasında bir sürtüşme olur.

  • Volkan’ın işi zor abi. Benim pederin toprağı yok, bir dükkanı var. Bana gelse bu teklif zerre düşünmem. Bir bavul yeter bana. Bu adam toprağı sığdıramaz ki ona.

  • Doğrusun Hasan.

  • Ne oldu? Einstein’a bağladın.

  • Yok, Nasreddin Hoca o.

Genişçe sayılabilecek bir balkon. Sessizliği izlemek ne denli keyifli. Ay buz edasıyla düşmüş o sıcak geceye. Yaprakların sesi o kadar net ki her saniye yağmur var dersin.

Hemen içmek lazım. Çünkü alkol, sivrisineklere karşı tek mukavemetimiz. İnan olsun! Marketlerden aldığın en güçlü haşerat imha silahları bile çaresiz. Binlerce tarım ilacı sonrası sivrisineklerin yaşadığı evrimin verdiği bağışıklık karşısında ya içeceksin ya da kaşınacak.

  • Abi! Bu arada büyükbabam yolladı. Mezeyi fazla kaçırmasın diye de uyardı.

  • Hangisinden?

  • Vanilyalı.

Özgür Akyol