Bilmek ve Sonrası

İnsanoğlu her şeyi bilmek ister. Zamanı, yemeği, okulu, işi, terfii, milli piyangoyu, arabasının arıza sebebini, nasıl zengin olunacağını, kaderi ve hatta ahireti. Ona bahşedilen idrak sayesinde bilerek ya da bilmeyerek öğrenmeyi amaçlar; bildikçe emin olur. Bilmek onu mutlu eder. Ardından daha fazla mutluluk için daha fazla bilmeye zaman harcar. Bildikçe daha fazlası. Tabi burada bir eşik vardır. O eşik insan bildiği üzerine uzmanlaşmaya yönelişinin başlama sınırıdır. Sınırdan sonrasında daha fazla merak ettiği konuya doğru bilme hevesi genişler ve kişi bu hevesin ardından gider. Bu heves geçici dahi olsa öğrenme için çalışma disiplini kazanırsa alışkanlık olur. İşte bu alışkanlığın adı uzmanlıktır. Epistemoloji de yüzlerce yıldır buradan sonrasını sorgulamaktadır, bilmenin sınırı var mıdır? İnsanoğlu bu gezegende yaşamını sürdürdüğü sürece sınır olmayacak gibi. Sınır olmadığı için de farklı farklı uzmanlaşmalar ortaya çıkmaya devam edecektir.

Bilme istikametinde yola giden insan için en kötüsü hevesin bittiği noktadır. Hevesin bittiği noktalardan ilki “tamam oldum” noktasıdır. Öğrenme merakını alır insandan. Çünkü “ben” devreye girmiştir ki kişi yaradılış icabı kendini herkesten üstün görmeye çok çabuk meyillidir. Hele ki bir konuda diğerlerinden fazla şey söyleyebiliyorsa. Fark etmeden, yavaş yavaş hızını kaybeder, bilgileri tekrardan öteye gitmediği gibi tabulaşmaya başlar, hatta bazen tartışılmaz dogmalar olur. Bilgi alışverişi imkansız olmaya başlamıştır bu kişiyle. Ne sohbeti tat verir ne de zihinlerde yeni bir filiz açacak su verebilir muhataplarına.

“Ben oldum” fark etmeden bilmekten uzaklaşmaktır. Kaçış bazen de gönüllü olarak yapılır. Bilgiden Gönüllü olarak kaçanların uzaklaşma sebebi ise bilginin ağırlığındandır. Özellikle yaradılışı gereği eksiği tamamlamak, yanlışı değiştirmek isteyen; özellikle de uzman olduğu konuda yanlış gördüğüne müdahale etmek isteyen insan bunu başaramazsa kendince küser. Kişiliği mücadele için yeterince inatçı değilse önce öğrenmeyi azaltır, ardından da tamamen salıverir ve düne kadar noktası virgülüne kadar bildiği şeyleri zamanın acımasızlığı içinde unutur gider. Çünkü bilgi kabul edilme kaprisi vardır. Kabul edilmediğinde büyük bir ıstırap verdiği gibi kimi zaman insanlardan, kimi zaman ülkeden, dünyadan veya sistemden nefret eder. Kimi zaman ise kendine küser. Küsünce de içine kapanır ve salıverir. Artık bilmek yük olmaktan başka bir şey değildir. Zihin hemen ket vurur ve bildiklerini unutturmaya çabalar. O yükü atması gerekmektedir. En garanti kaçış da zihinsel tembellik ve hayatın girdabına karışmaktır.

Bize göre korunmanın yolu ise evvela “ben oldum” demekten kaçmaktır. Çünkü bu ifade tatlı bir zehirdir. İnsanı sadece bilmekten alıkoymaz; insani ilişkilerine, toplumdaki yerine de zarar verir. Kim çevresinde dediğim dedik iletişime kapalı bir bilgiç ister ki? İnsana insanlardan dışlanmaktan daha zararlı çok az şey vardır kanımca. İkinci bir yol da inatçılık ile kabullenişi bir dengede tutabilmektir. Bilmekten vazgeçmeyecek kadar inatçı, suyun akıp yatağını bulmasını bekleyecek kadar kabullenici olmak gerekir. Söylemesi kolay, yapması çok zordur bu iki yolu da. Özellikle ikincide pes etmemek inatçılığa, kabullenmek de kaderciliğe evrilmeye elverişlidir. Sınırları belirsiz olduğu için duracağımız noktayı tespiti de güçtür. Tek tespit yolu onu da öğrenmek, öğrenmek için de iç muhakemeden vazgeçmemektir.

Hülasa; bilmekten daha zor bir şey varsa o da insan olmak!